Ben Ümüt Turmuş 01.01.1992 tarihinde Kayseri’nin Melikgazi ilçesinde dünyaya geldim. Benim çocukluğum diğer çocuklardan farklı geçti, ben kendimi bildim bileli insanlara, topluma karşı görüşüm hep farklı olmuştur. Çünkü nereye baksam veya hangi topluluğa girseşahsımın benliğimin kabullenemediği hal hareket ve davranışlarla karşılaştım. Toplumu oluşturan bireyler birbirlerine karşı samimi dostça duygularla değil de hep menfi duygular içerisinde birbirlerine yaklaşmaktaydılar. Bu davranışlarda gerçekten beni içten içe yakmakta, yıkmakta ve git gide toplumdan uzaklaşmama sebep oluyordu. Çocukluğumun ilerleyen zamanlarında anladığım kadarıyla ailem şehir hayatına uyum sağlayamadığından dolayı ben 9 yaşlarındayken Talas ilçesinden şu an hala yaşamakta olduğumuz Saraycık köyüne taşındık.
Talas ilçesinden Saraycık köyüne taşınmaya karar verilen zaman zarfında inanılmaz farklı duygular ve düşünce içerisinde umut doluydum. O köyden farklı beklentilerim vardı! Oradaki insanları yaşamış olduğumuz şehirde ki insanlardan farklı görüyordum. Oysaki şu gerçeği anladım ki insanın ne olduğu her yerde düşünce ve davranışları ayniymiş. Ve bir daha büyük bir hayal kırıklığı içerisinde yaşarken, hani kuru bir yaprağı rüzgâr savurur misali bende hayat rüzgârında savruluyordum. İşte o an, ne yapacağımı bilmezken dedem İbrahim Turmuş köy hayatının bellice geçim kaynağı olan büyük baş hayvan besiciliğine başladı. İşte o an benim hayatımın dönüm noktası olmuştu. Artık biz insanların birbirlerine, çıkarlarını elde etmek için haince, kalleşçe yani insana yakışmayacak davranışlarından bıkmıştım. Kendimce insanlara karşı hayvanları daha masum daha saf görüyordum ve dünya meşgalesi içinde olmadığımdan dolayı artık dayanılmaz yalnızlığımı hayvanlarla arkadaşlık edinerek onlarla dostluk kurarak gidermeye çalıştım. Ve böyle böyle artık içimi toplumdan çok hayvanların sevgisi sarmaya başladı. Günümün hemen hemen her vaktini hayvanlarla uğraşarak geçirmeye başladım ve onları tanıdıkça onlara sımsıkı sarılmaya başladım. Artık hayatımın inanılmaz bir parçası haline gelmiştiler.
Yalnız bu güzellikler içerisinde çirkin davranışlarda oluyordu. Misalen insanlar kendi zevkleri için köpek dövüşleri yaptırıyorlardı. Bunun yanı sıra doğa da yaşayan sahipsiz yılkı atlarını yakalayıp hiç yaşına bakmadan yaralı, sakat ve hatta hatta neyin ne olduğunu bilmeyen masum zavallı taylara biniyorlar ve horca davranıyorlardı. Ve bunlara bile bile şahit olmak ve onlar için bir şeyler yapamamak beni derinden yaralıyordu. Bu zulmün karsısında insan kahroluyordu. Bu zulümler sayesinde çaresizce seyirci kalmaktansa bu davranışların olmadığı bir yere gitmeyi arzuluyordum. Misalen kimsenin olmadığı bir dağ ortasında yaşamak veya koca bir deniz ortasında adada yaşamak veya uçsuz bucaksız yolculuğa çıkmak gibi. Bu hayaller içerisindeyken 12 yaşlarındayken ailemden uzaklaşmak zorunda kaldım. Tatil zamanlarında İzmit’te akrabalarımın yanında çalışmaya gidiyordum. Bu zaman içerisinde hayvanları özlüyordum, onlarla oynamayı, gezmeyi, onları otlatmaya hasret kalıyordum. Okul zamanları tekrardan köyüme geliyordum. Köyü gördükçe şahit olduğum o kötülükler aklıma geliyordu. Bu ikilem içerisinde hayatımı devam ettirmeye çalışıyordum. Gel zaman git zaman derken, artık hayat çekilmez bir hale gelmişken tarihe olan sevdamın yanı sıra beni bana anlatan içimdekileri bana haykıran atlara sevdalanmıştım. Kendi kazancımla bir at alma hayalim vardı. Ama hayalimde ki at sıradan bir at değildi, hayalimdeki at daha yaşını doldurmamış ve hiç kimseyi tanımayan bir taydı. Çünkü tayı kendim eğitmeyi istiyordum. Bir arkadaş bir dost misali, aynı zamanda onun içinde sadık bir yoldaş olacaktım. Bunun yanı sıra sadece beni bilecek, sadece beni tanıyacaktı. Allah’tan bunu ister böyle dua ederek hayallere dalardım. Derken bir gün, 28.11.2009 Cumartesi günü öğle vakti civarında karşı köylerden bizim köyün otlak alanına doğru gelen yılkı atları köy halkının dikkatini çeker. Köy halkıda kendilerine bir at yakalamak için atlara doğru yönlenerek atların yanına varırlar. Atların kaçmaması için etraflarını sararlar. Köyün biraz dışında terkedilmiş bir ahır bulunuyordu. Köylüler o atları terkedilmiş ahıra doğru yönlendirirler ve hepsini ahıra koymayı başarırlar. Herkes teker teker atları tutmaya başlar. Atların hepsinin gözünde aynı korku, aynı masumiyet ve aynı çaresizlik, o çaresizlik içinde bir o yana bir bu yana çırpınıp dururlar. O dört duvar içerisinde ne kadar çırpınıp ne kadar kendilerinin duvardan duvara vurmalarda yakalanmaktan kurtulamazlar. Atları yakalayan zalimler köyde cirit atmaya başlarlar. O arada ben atların sahipli olduklarını düşünerek evde oturuyordum. Elimden geldikçe evden çıkmamaya çalıştım. Çünkü kendimi biliyordum dışarı çıksam dayanamaz ben de bir at yakalardım. Benim görüşümde başkasının malına göz dikmek, yakalamak veya sahiplenmek hoş bir davranış değildir. Ama bu süreç içerisinde içim içimi yiyordu. İçimde dayanılmaz fırtınalar kopmaktaydı. Çünkü yanı başımda en büyük hayalim olan atlar vardı. Bir el uzaklığı kadar yanımdaydılar. Sanki elimi uzatsam tutulacak gibi duruyorlardı. Onlara ulaşmam için kapıdan çıkmam yeterliydi. En büyük hayalimde olsa elimin tersiyle yitiyordum, onlara ulaşmamak için kendimi zor tutuyordum. Hayalime ulaşmak o kadar kolaydı ki hemen yanı başımdaydılar. Bende bir at tutmak istiyordum, acaba hayatımda ki at bu sürü demiydi?
Acı gerçek şu ki her ne kadar bu isteğimi dizginleyebilsem de gözlerim ve kulaklarım dışarıdaydı. Hani bir ateşi yakmak için bir kıvılcım olur ya ateşte yanmak için o kıvılcımı bekler ya işte o kıvılcım misali kulağıma bir fısıltı geldi çok sevdiğim bir arkadaşımdan! Atların, sahipsiz yılkı atları olduğunu söyledi. Belki yanlış belki doğru bir bilgiydi bu. İşte o an bir kıvılcım ateşi ateşler ya bu haber de beni ateşledi. Artık bende nefsime yenik düştüm. Hedefe atılan ok misali bende o terkedilmiş ahıra doğru koşar adımlarla ilerliyorduk bir kaç arkadaşla beraber. Birkaç dakika sonra atların yanındaydık. Ben de bir at tutacaktım kendime. O kadar çok heyecanlıydım ki atlara bakarken durmuş onları süzüyordum. Atların bir çırpınışı vardı ki o çırpınışlar kaşsısında gözlerim doldu. O dolu gözlerle atlara bakıyordum derken kestirmiştim bir tayı gözüme. O tay işte Yılgın’ımdı. Çok masum çok saf bir duruşu vardı. Sanki annesine sığınırcasına duvarın köşesinde duruyordu. Belli ki annesi yanında yoktu, kim bilir belki de annesini kaybetmişti veyahut hangi zalim annesini ayırmıştı acaba? Belki yalnızlıktan belki de korkudan olsa gerek tir tir titriyordu. Ayakta zor duruyordu. Kim bilir ne dayanılmaz korkular içindeydi. Belki yalnızlıktan belki de annesizlikten olsa gerek çok zayıf çok cılız bir haldeydi.Işte o an karar verdim sanki o tay beni bana anlatıyordu. Belki de bende toplum içinde bu haldeydim. Kim bilir İnsanda göremediğim sıcaklığı onda görmüştüm ve tutmaya karar verdim.
Arkadaşlarla beraber etrafını sardık ve yakaladık . Zayıflığından olsa gerek kaçmaya çalışırken şahlanarak sırt üstü yere düştü. Ayağa kaldırdım ve dışarı doğru ilerledik. Eve doğru gittikçe zor da olsa arkamdan geliyordu. Vakit bir hayli ilerlemişti. Aksam üzeri eve geldik. Yılgın’ımın verdiği sevinçle gelmiştik ahırın önüne. Ahıra girmeye çalışıyorduk, bizi bayağı bir zorluyordu. Ahıra koymaya çalışırken bir anda dengemizi kaybedip, ikimiz de yere düştük ve göz göze geldik. Öyle masum öyle ürkek bakışı vardı ki içimi sızlattı. Onu kucaklarcasına yerden kaldırarak ahıra koymayı başardım ve ahırn bir köşesine bağladım. Biraz saman biraz da toz yem verdim önüne. Kapıyı kitleyip eve girdim.
Tahmini 3-5 aylık olsa gerek, dişi al bir taydı. Alnında akıtması vardı. Ne kadar evde olsam da aklım tayda kalmıştı. Belki korkudan belki de yorgunluktan olsa gerek yem yemiyordu. Belki de içinde olduğu durumdan memnun olmadığının göstergesiydi bu. Onu düşünürken içim de buruk bir sevinç vardı.
Düşündüm !!! Bu tavrım doğru muydu acaba ? Aklım karma karışıktı, bir yandan da üzülüyordum. Çünkü onun özgürlüğünü kısıtlamıştım. Sırf kendi zevkimden dolayı onu sürüden ayırıp dört duvar arasına koymuştum. Bir yandan da onunla geçireceğim güzel vakitlerin hayalini kuruyordum. Çok sevinçli ve heyecanlıydım. İçim içime sığmıyordu. Onunla birlikte dörtnala koşacağız, paraşütle atlayan askerlere doğru gideceğiz, sabah vakti seher rüzgârıyla yarışacağız, akşamleyin gün batımına doğru gideceğiz, onunla oynayıp gezeceğiz hayaliyle dalıverdim.
Sabah erkenden kalktım heyecanlı bir şekilde yatağımdan atladım, koşar adımla Yılgın’ıma bakmaya gittim. Yılgın’ım hala şoktaydı. Sanki birileri ona zarar verecekmiş gibi köşede büzüşmüş bir haldeydi. Önündeki yemini yememiş suyunu içmemişti. Gözlerim arkada ahırdan eve geldim. Yılgın’ımın o hali canımı yakmış olsa ki bende doğru dürüst kahvaltı yapmamıştım. Zorda olsa bir iki lokma yedim, lokmaları yedikçe boğazıma düğümleniyordu. Aklım hep ondaydı.
Köyden bir süreliğine uzaklaşmak mecburiyetindeydim. Çünkü arkadaşlar ilçede maç almışlardı. Buruk bir şekilde ilçeye gittim. İkindi vaktine doğru köye geldik. Koşarak eve gittim ve beni şok edecek bir haber aldım. Köyde tutulan atların karşı köyden gelen insanlar tarafından toplanıp götürüldüğünü öğrendim. Yarı şaşkın yarı üzüntülü bir boğuk ses tonuyla Yılgın’ımı anneme sordum. Annemin haberi yoktu. Oğlum benim hiçbir şeyden haberim yok köye kim geldi kim gitti Yılgın’ı sorarsan ahırda duruyor dedi. O an sevinçle sıçradım yerimden ve Yılgın’ın yanına gittim. Yılgın’ı görünce tekrardan hüzünlendim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bu durumda sevinse miydim yoksa üzülmesiydim ? Garip bir duygu sarmıştı içimi. Bir yandan mutlu oluyordum Yılgın’ım yanımda kaldığı için diğer yandan üzülüyordum onu bu halde görürken. Bir anlık pişmanlık duydum. Çünkü Yılgın’ı artık sürüsünden ayırmıştım. O koskocaman sürüden sadece Yılgın’ım kalmıştı. Bu saatten sonra onu yüz üstü bırakamazdım ama bu durum git gide beni rahatsız etmeye başladı. Derin derin düşünceler sarmıştı zihnimi ! Madem bu atların sahibi vardı Yılgın’ın yanımda ne işi vardı. Bu benliğimin kabullenemeyeceği bir durumdu. İçimde ki bu çıkılmaz duyguları gidermek için bu atların mazisini araştırmaya başladım. Kafamda ki soru işaretleri şunlardı : Nereden gelmişlerdi ? Sahipleri kimlerdi ? şimdi neredeler ? Mademki sahipleri varsa atların bizim köyde ne işleri vardı ? Araştırmalarım derinleştikçe içimi bir kuşku sarmıştı. Çünkü atların sahipsiz olduğu kanaatine vardim.Ve Yılgın’ımın ailesi olan sürünün başka yerlerde tek tek satıldığını öğrendim. Bu durum karşısında çaresizlik içinde kalakalmıştım ! Kim bilir o garipler şu an neredeydi ne haldeydiler ? Belki de yeni yerlerinde mutlular mıydı ? Yoksa gözlerinde ki o çaresizlik içinde savruluyorlar mıydı ? Onların bu şekilde olduğunu düşündükçe büyük bir inançla Yılgın’ıma sımsıkı sarılmaya başladım ! Onu asla bırakmayacağıma dair ona söz verdim. Onunda diğer atlar gibi meçhul bir hayat sürmesini istemiyordum.
Onu bir aksam perişan, yalnız, garip bir şekilde kalmasına dayanamazdım. Hem zaten bir kere ailesinden ayırmıştım ve istemeyerekte olsa onun özgürlüğünü kısıtlamıştım. Artık benim için o, onun için de ben vardım. Bu geçen zaman zarfında sürüden olsa gerek hala iştahı açılmamıştı ve yemi hiç yemiyordu. Bu durum beni çok üzmüştü. Günlerce oturup hüngür hüngür ağladım. Ama ne yazık ki yapılacak bir şey yoktu. Ne kadar ağlasam ne kadar sızlasam da bu durumu değiştiremezdim. Annem ve babam hem kızıyorlardı hem de teselli veriyorlardı. Zamanla Yılgın’ın iştahının açılacağını ve yem yiyeceğini söylüyorlardı. Bu karmaşık duygular içeresindeyken ne kadar teselli verseler de bir o kadar kızıyorlardı bana. Yılgın’ı bırakmamı istiyorlardı. Yılgın’ı bir türlü kabullenemiyorlardı. Yılgın’a olan hırslarını benden çıkarıyorlardı. Yılgın’ı kabullenmeleri bayağı bir zaman aldı. Bu zaman zarfında zor da olsa Yılgın biraz alışmaya başladı. Günler geçtikçe yemini yiyor, suyunu içiyor ve bana da ısınıyordu. Hani mecburiyet var ya o mecburiyetten olsa gerek sonunda ahırına alışmıştı. İşte o an anladım ki beni kabullenmişti. O kaybettiği sürü misali benimle ilgileniyordu. Zamanla onunla arkadaş olmuştuk. ilk dışarı çıkardığım zaman kurban bayramının ilk günüydü. Dışarı çıkardığım vakit sanki sürüdeymişçesine benim yanımdan ayrılmıyordu. Ben nereye gitsem o da peşimden geliyordu. O zamanlar lise son sınıftaydım, üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Okuldan arta kalan zamanlarımı hep Yılgın’la geçiriyordum. Bazen uzun bir ipe bağlayarak dışarıda otlamasını sağlıyordum. Sırf onun otlaması için ve yalnız kalmaması için yanında uzandığım vakitlerde oluyordu. Üniversite sınavları olmasına rağmen vaktimi hep onunla geçiriyordum. Üniversite sınavı aklıma bile gelmiyordu. O kadar çok kabullenmişti ki beni sanki.
Annesi veya arkadaşıymış gibi bir anlık da olsa gözünün önünden ayrıldığım vakit beni arıyor ve beni çağırıyormuşçasına kişneyerek etrafta beni arardı.
O zamanlar aklımda üniversiteye gitmek yoktu. Ve ailem benim okumamı çok istiyordu. Bu arada Yılgın’a daha iyi bakabilmek için internet araştırmaları yapıyordum. İnternette gezinirken at antrenörlüğü bölümü gözüme çarptı. İşte o an at antrenörü olmaya karar verdim. Ama ailem Yılgın’ı kabullenemediği gibi bu bölümü de kabullenemiyorlardı. Gene aynı karmaşık duygular içerisindeyken askere gitmeyi ve bazen uzun yola çıkmayı en çok da herkesten uzaklaşmak için ağır vasıta şoförlüğü bile yapmayı düşündüm. O sene bile bile üniversite sınavlarına girmedim. Boş zamanlarımı il ilçe arasında geçirmeye başladım. Yılgın’dan uzaklaşmamak için şehir dışına çıkmıyor ve geceleri çalışıyordum. Gündüzleri ise vaktimin çoğunu Yılgın’la geçirmekteydim. Zorla yetersiz uykuyla ve de Yılgın’ın sevgisi olsa gerek o durumda ayakta duruyordum.
Ailemin okumamı istemesi sebebiyle ve zoruyla dershaneye kaydoldum. Tekrardan sınavlara hazırlanmaya başladım. Ama bu sefer aklımda tek hedef vardı, antrenörlük bölümü ! Ailemin kabullenemediği acı gerçekte olsa ve de karşı çıksalar da, bile bile antrenörlük tercihini yapacaktım. Bu suretle sınava ayrı bir heyecanla ve de azimle çalışıyordum. Nihayet üniversite sınavları gelmişti ve sınava girmiştim. Ailem ve yakınlarım benden farklı mevkiler beklentisi içerisindeydiler. Fakat benim gözümde mevkiinin bir önemi yoktu. Yılgın’la birlikte yılkı atları ile diğer ırklara bakış açım netleşmişti. Çocuksu bir hayal olsa gerek antrenör olursam ve de ileri ki seviyelere ulaşırsam özellikle yılkı atlarına bir barınak ve de dünyaya onların ırkını veya sesini duyurma düşüncesindeyken antrenörlük bölümünü tercih yaptım ve büyük bir umutla, arzuyla beklemeye başladım. Nihayetinde at antrenörlüğünü okumaya hak kazanmıştım. Aslında bu bölümü başta Yılgın olmak üzere ve de hayalimi gerçekleştirmek için istiyordum. (Bu arada Yılgın Reis’in benim olması için ve de vicdanımın inleyen sesini bastırması için bir şekilde elimden geldiği kadar Yılgın’ın maddi değerini vermek istiyordum. Başta Aksakallılar olmak üzere bilgin insanlara danışmaya başladım. Derken Müftülüğe kadar gittik, Yılgın’ın maddi durumunu bir hayır kurumuna bağışlamaya karar verdik. Bu durum karşısında ben de Yılgın’da rahat edecektik. Artık kimse Yılgın’ı sahipsiz bilmeyecekti. İnancımız gereği artık vicdanım rahatlamıştı ve de Yılgın tamamen benimdi.)
Ailem zor da olsa Yılgın gibi bu bölümü de kabullenmek mecburiyetinde kalmıştılar. Bu geçen zaman içinde Yılgın’la bütünleşmiştik. Sanki Yılgın beni ben Yılgın’ı tamamlıyorduk. Et tırnaktan ayrılmaz misali zor da olsa Yılgın’ı bırakıp okula gelmek zorundaydım.
Bir gün Eskişehir’in Mahmudiye ilçesinde bulunan Osman Gazi Üniversitesi Atçılık ve At antrenörlüğü bölümünde okumak için yola koyuldum. 2011 yılı eğitim öğretim süresini tamamlamak için eğitime başladım. Eğitim zamanı içerisinde büyük bir heyecan ve azim içerisinde bilgilenmeye ve bilgiler toplamaya başladım. Yılgın’ın özlemi hasreti arttıkça büyük bir azimle ve arzuyla eğitime daha çok yöneliyordum. Atların hayat hikâyelerini okudukça ve öğrendikçe daha çok mutlu oluyordum. Atlar hakkında aldığım bilgileri acayip duygular içerisinde olsa gerek tatilin gelmesini dört gözle bekliyordum. Çünkü aldığım bilgileri Yılgın’a öğretmeyi düşünüyordum ! Derken nihayetinde tatil gelmişti. Aklımın aldığı kadarıyla da olsa atlar hakkında aldığım bilgiler için çok mutluydum. Kayseri’ye vardığım da sırdaşım ve de yoldaşım olan Yılgın’la bayağı bir hasret giderdim. Hasret giderdikten sonra aldığım bilgileri Yılgın’a öğretmeye başladım. ilk defa yaz tatili erken geçmişti. Bu süreç içerisinde okulda ve de diğer ortamlarda gördüğüm imkânlar burada yoktu. Bu duruma çok üzülmüştüm. Düşündüm kendi imkânlarım doğrultusunda az da olsa Yılgın’a karşı bir şey yapabiliriydim. Ama ne çare elden bir şey gelmiyordu. Eğitimimi tamamlamak üzere tekrar okula geldim. Eğitimimin tamamlanması üzerine ve de iş hayatına atılacağımdan dolayı Yılgın’ımı düşünüyordum. Ne yapmalıydım acaba ? Yoksa herkesin yaptığı gibi kaderine mi terk etseydim ? Bu karmaşık düşünceler içerisinde etrafımda ki değer verdiğim insanlara danışmaya başladım. Bazıları satmamı istediler. Bazıları da kaderine terk etmemi yalnız başına bırakmamı istediler. Hatta ve hatta bazıları kasaba bile vermemi istediler. Bu durum karşısında çıkmaza girmiştim. Yoksa bunlardan birini mi yapsaydım ? Bunların hiçbiri içime sinmiyordu. Bunları yapacağıma onu uyutsam daha iyiydi ! En son karar olarak uyutmayı düşünürken aklıma okuduğum okul geldi. Okulun genel yetkilisi Sn. Hakan Çalışkan hocamla görüştüm. Çünkü bu geçen iki sene içinde benim gördüğüm kadarıyla burada ki imkânlar çok güzeldi. Burada ki imkânların 10 da 1’ini bile ben sağlayamazdım. Sağ olsun hocamız benim bu isteğimi geri çevirmedi ve beni çok bahtiyar etti. O sevinçle Yılgın’ı ben kendi imkânlarım doğrultusunda getirmeye karar verdim. Artık içim rahattı. Yılgın’ın buradaki imkânlardan yararlanacağı için mutluydum. Bir tek sorun vardı sadece o da Yılgın’ı buraya nasıl getirecektim. Yılgın’ı buraya getirmek için maddi imkânım yetersizdi. Geri dönüş yoktu hocamıza söz vermiştim artık. Mezuniyetten sonra Kayseri’ye Yılgın’ın yanına gittim. Yılgın’ın yol masrafını karşılamak için çalışmaya karar verdim. Ne iş olursa olsun yapmaya hazırdım. İş seçme seçeneğim yoktu ayrıca ailemin de haberi yoktu bu durumdan. Onlardan da yardım isteyemezdim. Bu çaresizlik içinde iş aramaya başladım. Sonunda istemediğim sevmediğim bir iş imkânıyla karşı karşıya gelmiştik. Bu arada ikilem içinde kalmıştım. Çalışmalı mıydım yoksa çalışmamalı mıydım? Başka çaremde yoktu çalışmaktan ! Mecburen zor da olsa Yılgın için çalışmaya karar verdim. Köylerde hamallık yapıyordum. Öyle çok zor öyle berbat bir işti ki insanın dayanması zordu. Yeri geldi kendimden ödünler verdim. Bu zorluklar karşısında kendimden çok Yılgın’ı düşünüyordum. Artık kendimden kısıtlamaya başlamıştım. Sırf Yılgın’ın yol masrafı çıksın diye bazı günler yiyip içmiyordum. Bu süreç hemen hemen bir ay sürdü. Bu süreçte normalde 82 kilodan 70 kiloya kadar inmiştim. Bedenim o kadar çok yorgun, bitkin ve uykusuz düşmüştü ki buna rağmen Yılgın’ın okulda ki faaliyetlerden faydalanacağını düşünerek devam ediyordum. Çünkü Yılgın’ı oraya götürsem buradan daha çok daha güzel imkânlar içinde yaşayacaktı. Nihayetinde ne kadar yorulsak da ne kadar bitkin düşsem de sonunda Yılgın’ın yol masrafı olan parayı elde etmiştim. Yılgın’ı orda hayal ettikçe sevincim, mutluluğum bu bitkinliği örtüyordu. Bir an önce götürmek istiyordum. Şansıma zor da olsa, Yılgın’ı götürecek vanı bulmuştum. 17 Temmuz günü sabaha karşı Yılgın’ı vana bindirmek için uğraşıyordum. Ne kadar zor olsa da Yılgın vana binmişti. Bu arada etrafımda ki insanlar bana bir enayi gözüyle bakıyordu. Beni küçümsüyorlardı ve de yadırgıyorlardı. Bir at için değer mi gibi sözler kulağımda yankılanıyordu. Tüm bunlara rağmen Yılgın’la beraber yola çıktık. Fakat Yılgın’ın ilk van ile seyahati olduğundan dolayı korkmasın, kendine zarar vermesin diye 600 km’lik yolu Yılgın’ın yanında vanın içinde beraber geldik. Ve vakit ikindi civarı saat 5’e doğru okulun yanına geldik. Tesise götürüp padoka bıraktım. İşte o an hayalim gerçekleşmişti. Anlatılmaz duygular içindeydim.
O an içimi öyle bir huzur sarmıştı ki Yılgın’ı böyle tam teşekküllü bir ortama getirdiğim için mutluydum. Artık Yılgın yalnız değildi. Yeni arkadaşlar edinecekti. Burada hiçbir zaman benim veremediğim imkânlar doğrultusunda gerek yemi gerekse eğitimi hatta ve hatta kaldığı tavlası bile farklıydı. Benim elimde devam etseydi bunların hiçbirini sağlayamazdı. Padokta özgürce koştuğunu görünce işte o an ona karşı olan vefa borcumu yerine getirdiğime inanıyordum. Artık Yılgın’ım emin ellerdeydi ve gözümün kapalı bırakabileceğim Devlet koruması altındaydı. Tahminen burada hayatının geriye kalan bölümünü mutlu ve huzurlu geçireceğine inanıyorum. Yılgın’ım yanıma geldiği ilk vakitler gibi yemini yememeye başladı. Ama Yılgın’ımın eskisi gibi korkusu yoktu. Belki de uzun yoldan olsa gerek ilk zamanlar onun yorgunluğu ve yolun stresini atması fazla sürmedi. Birkaç hafta sonra artık ortamına alışmıştı. Artık eskisi gibi boynu bükük değildi burada. Yılgın’ımı buraya getirmeme vesile olan Hakan hocama sonsuz minnet duygularımı beyan ederim. Ayrıca sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
YILGIN’IM HER NE KADAR DEVLET GUVENCESI ALTINDA OLSA DA GERCEK SU KI YILGIN BENIM EN SADIK YOLDASIMDIR VE HEP OYLE KALACAKTIR.